Doğal Afetler ve Afetlerin Riskleri

Bu bitirmede başta deprem olmak üzere ülkemizin maruz kaldığı sel, heyelan gibi çeşitli afetlerin etkileri anlatılmaktadır.

Ülkemiz en sık olarak deprem doğal afetini yaşamaktadır. Deprem halen en çok hasara yol açan doğal afet olarak bilinmektedir. Depremin yanı sıra diğer doğal afetler de Türkiye için risk teşkil etmektedir. Türkiye’de yaşanılan heyelan, kaya düşmesi, nehir taşkınları, çığ, kuraklık, çölleşme, küresel ısınma ve volkanizma gibi doğal afetlere neden olan Jeolojik- Atmosferik olaylar hakkında bilgi verilmiştir.

Afet yönetiminin Türkiye’de geliştirilmesinden sorumlu olan üç ana organ bulunmaktadır. Bunlar, Başbakanlığa bağlı olan “Türkiye Acil Durum Yönetimi Genel Müdürlüğü” (TAY), İçişleri Bakanlığı’na bağlı olan “Sivil Savunma Genel Müdürlüğü” (SSGM) ve Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’na bağlı olan “Afet İşleri Genel Müdürlüğü”dür (AFET). Bir sivil toplum kuruluşu olan Türkiye Kızılay Derneği, ülkenin afet yönetim sistemi içerisinde, önemli görev ve sorumluluklar yüklenmiş olan bir kurumdur. Bu sunuşta Türkiye’deki afet yönetim sistemi hakkında detaylı bilgi verilmektedir.

Afet – Risk

İnsanların beklemediği ve kontrol edemediği büyüklükteki doğal olaylara doğal tehlike denir. Doğal tehlikeler insanların yaşamını ve aktivitelerini tehdit ederek, yaşamında önemli değişikliklere neden olabilirler.

Bir doğal tehlike, insanların mallarına zarar verdiğinde veya onların yaralanmasına ve/veya ölümüne neden olduğunda Doğal Afet’e dönüşür.

Her insan yaşamı boyunca en az bir kez bir doğal afetle ve onların etkileriyle karşılaşabiliyor. 2001 yılında dünyada, doğal afetler 25.000 insanın ölümüne ve 40 milyar Euro zarara neden olmuştur. Ne yazık ki, doğal afetlerden kaynaklanan kayıplar dramatik bir şekilde artmaktadır (Learn-hazards, 2008).

Doğal afetlerin açık biçimde görülen doğrudan etkilerinin yanı sıra, birçok dolaylı etkisi de mevcuttur. Dolaylı etkiler açık bir şekilde görülmemesine rağmen, bir afetin zararlarının giderilebilmesi için yıllarca harcama yapılması gerekebilmektedir. Zararların tamamen giderilmesi mümkün olmayıp, tehlikeler yaşam tarzımızı değiştirebilirler (Learn-hazards, 2008).

İnsan aktiviteleri bazen doğal tehlikelerin frekanslarını ve etkilerini arttırabildiği için doğal afetleri tanımak son derece önemlidir. Örneğin, duraysız bir yamaca bina yapmak, yamaca etkiyen yüklerin artmasına ve yamacın kayma olasılığının armasına neden olacaktır. Doğal tehlikelerin yaşamımızdaki etkilerini azaltmanın birinci aşaması bir doğal tehlikenin ne zaman, nerede, niçin ve nasıl olacağını anlamaktır.

Katastrofik doğa olaylarına neden olan başlıca faktörleri anlamak için bilim insanları sorunu disiplinler arası bir yolla tanımlamak zorundadır. Doğal tehlikelerle ilgili sorunları araştırmak için aşağıdaki yöntemler kullanılır:

  1. : Bilim insanları bir doğal tehlikenin nasıl oluştuğunu anlamaya çalışırlar. Bunu başarabilmek için bilim insanları, doğal afete neden olan faktörleri araştırırlar ve afet oluşum sürecini modellerler. Burada amaç, farklı çözümlerin gerçek durumlara uygulanabilirliğini ortaya koymaktır. Örneğin, dünyanın en aktif faylarından birisi olan Kuzey Anadolu Fay Zonu (KAFZ) üzerinde yoğun araştırmalar halen devam etmektedir. Aktif faylar boyunca deprem oluşum mekanizması hakkındaki bilgilerimizin arttırılması bilimsel araştırmaların amaçlarından birisidir. KAFZ hakkındaki yerel bilgilerin anlaşılması, benzer diğer alanlardaki sismik tehlikenin tanımlanmasına yardımcı olabilir.
  2. : Uygulamalı araştırmalar temel araştırmalardan elde edilen sonuçların çeşitli yollarla günlük yaşama uygulanmasını sağlarlar. Araştırmacılar riski azaltabilmek için bilimsel sonuçları kullanırlar.  Örneğin, heyelan mekanizmalarının anlaşılmasına yönelik gelişmeler mühendislere yavaş veya ani gelişebilecek heyelanlara karşı daha büyük, daha dayanıklı yapıların tasarımında yardımcı olur.
  3. : Çoğu zaman, doğal afetler birbirleriyle ilişkilidir. Bir doğal afet bir diğerini izleyebilir. Örneğin, bir volkanik patlama dikkate değer bir depreme veya tsunamiye neden olabilir, bunları takiben yangınlar, taşkınlar veya heyelanlar gelişebilir. Bilim insanları bu etkileşimler arasındaki şifreleri çözmeyi ve birleşik tehlikelerden kaynaklanan kayıpları azaltmaya çalışırlar.

Afetler genel olarak 2 başlıkta incelenir.

  1. Jeolojik tehlikeler
  2. Atmosferik tehlikeler

Afet türleri bu iki başlık altında da belirli bölümlere ayrılmaktadır. Bu araştırmada jeolojik riskleri ve bu risklerin detaylarını yüzeysel olarak irdelemeye çalışılıyor. Araştırmada son olarak da afet yönetim sistemlerinden kısaca bahsediliyor.

1. Jeolojik tehlikeler: Jeolojik faktörlerle ilgili tehlikeleri kapsar:

Bu tehlikeler:

  1. Depremler
  2. Heyelanlar
  3. Hidrolojik – meteorolojik risk
  4. Nehir taşkınları
  5. Çığ
  6. Kuraklık
  7. Çölleşme
  8. Küresel ısınma
  9. Tsunami
  10. Volkanlar

2. Atmosferik tehlikeler: Atmosferik faktörlerle ilgili tehlikeleri kapsar:

Bu tehlikeler:

  1. Yangınlar
  2. Yıldırımlı fırtınalar
  3. Kar ve buz
  4. Sis


DEPREM RİSKİ

Dünyanın oluşumundan beri, sismik yönden aktif bulunan bölgelerde depremlerin ardışıklı olarak oluştuğu ve sonucundan da milyonlarca insanın ve barınakların yok olduğu bilinmektedir.

Bilindiği gibi yurdumuz dünyanın en etkin deprem kuşaklarından birinin üzerinde bulunmaktadır. Geçmişte yurdumuzda birçok yıkıcı depremler olduğu gibi, gelecekte de sık sık oluşacak depremlerle büyük can ve mal kaybına uğrayacağımız bir gerçektir.

Deprem Bölgeleri Haritası’na göre, yurdumuzun % 92’sinin deprem bölgeleri içerisinde olduğu, nüfusumuzun % 95’inin deprem tehlikesi altında yaşadığı ve ayrıca büyük sanayi merkezlerinin % 98’i ve barajlarımızın % 93’ünün deprem bölgesinde bulunduğu bilinmektedir.

Son 58 yıl içerisinde depremlerden, 58.202 vatandaşımız hayatını kaybetmiş, 122.096 kişi yaralanmış ve yaklaşık olarak 411.465 bina yıkılmış veya ağır hasar görmüştür. Sonuç olarak denilebilir ki, depremlerden her yıl ortalama 1.003 vatandaşımız ölmekte ve 7.094 bina yıkılmaktadır (DAD, 2001).

DEPREM NEDİR?

Yerkabuğu içindeki kırılmalar nedeniyle ani olarak ortaya çıkan titreşimlerin dalgalar halinde yayılarak geçtikleri ortamları ve yer yüzeyini sarsma olayına “Deprem” denir.

Deprem, insanın hareketsiz kabul ettiği ve güvenle ayağını bastığı toprağın da oynayacağını ve üzerinde bulunan tüm yapılarında hasar görüp, can kaybına uğrayacak şekilde yıkılabileceklerini gösteren bir doğa olayıdır (DAD, 2001).

Depremin nasıl oluştuğunu, deprem dalgalarının yeryuvarı içinde ne şekilde yayıldıklarını, ölçü aletleri ve yöntemlerini, kayıtların değerlendirilmesini ve deprem ile ilgili diğer konuları inceleyen bilim dalına “Sismoloji” denir (DAD, 2001)    (Şekil – 1).

Şekil 1 – Yer Kabuğu Hareketinin Şematik Anlatımı (DAD, 2001).

DEPREMİN OLUŞ NEDENLERİ VE FAYLAR

Dünyanın içyapısı konusunda, jeolojik ve jeofizik çalışmalar sonucu elde edilen verilerin desteklediği bir yeryüzü modeli bulunmaktadır. Bu modele göre, yerkürenin dış kısmında yaklaşık 70-100 km kalınlığında oluşmuş bir taş küre (Litosfer) vardır. Kıtalar ve okyanuslar bu taşkürede yer alır. Litosfer ile çekirdek arasında kalan ve kalınlığı 2.900 km olan kuşağa Manto adı verilir. Manto’nun altındaki çekirdeğin Nikel-Demir karışımından oluştuğu kabul edilmektedir. Yerin, yüzeyden derine gidildikçe ısının arttığı bilinmektedir. Enine deprem dalgalarının yerin çekirdeğinde yayılamadığı olgusundan giderek çekirdeğin sıvı bir ortam olması gerektiği sonucuna varılmaktadır.

Manto genelde katı olmakla beraber yüzeyden derine inildikçe içinde yerel sıvı ortamları bulundurmaktadır.

Taşküre’nin altında Astenosfer denilen yumuşak Üst Manto bulunmaktadır. Burada oluşan kuvvetler, özellikle konveksiyon akımları nedeni ile taş kabuk parçalanmakta ve birçok “Levha”lara bölünmektedir. Üst Manto’da oluşan konveksiyon akımları, radyoaktivite nedeni ile oluşan yüksek ısıya bağlanmaktadır. Konveksiyon akımları yukarılara yükseldikçe taş yuvarda gerilmelere ve daha sonra da zayıf zonların kırılmasıyla levhaların oluşmasına neden olmaktadır. Halen 10 kadar büyük levha ve çok sayıda küçük levhalar vardır. Bu levhalar üzerinde duran kıtalarla birlikte, Astenosfer üzerinde sal gibi yüzmekte olup, birbirlerine göre insanların hissedemeyeceği bir hızla hareket etmektedirler.

Konveksiyon akımlarının yükseldiği yerlerde levhalar birbirlerinden uzaklaşmakta ve buradan çıkan sıcak magmada okyanus ortası sırtlarını oluşturmaktadır. Levhaların birbirlerine değdikleri bölgelerde sürtünmeler ve sıkışmalar olmakta, sürtünen levhalardan biri aşağıya Manto’ya batmakta ve eriyerek yitme zonlarını oluşturmaktadır. Konveksiyon akımlarının neden olduğu bu ardışıklı olay taşkürenin altında devam edip gitmektedir.

İşte yerkabuğunu oluşturan levhaların birbirine sürtündükleri, birbirlerini sıkıştırdıkları, birbirlerinin üstüne çıktıkları ya da altına girdikleri bu levhaların sınırları dünyada depremlerin oldukları yerler olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünyada olan depremlerin hemen büyük çoğunluğu bu levhaların birbirlerini zorladıkları levha sınırlarında dar kuşaklar üzerinde oluşmaktadır.

Yukarıda, yerkabuğunu oluşturan “Levha”ların, Astenosfer deki konveksiyon akımları nedeniyle hareket halinde olduklarını ve bu nedenle birbirlerini ittiklerini veya birbirlerinden açıldıklarını ve bu olayların meydana geldiği zonların da deprem bölgelerini oluşturduğunu söylemiştik.

Birbirlerini iten ya da diğerinin altına giren iki levha arasında, harekete engel olan bir sürtünme kuvveti vardır. Bir levhanın hareket edebilmesi için bu sürtünme kuvvetinin giderilmesi gerekir.

İtilmekte olan bir levha ile bir diğer levha arasında sürtünme kuvveti aşıldığı zaman bir hareket oluşur. Bu hareket çok kısa bir zaman biriminde gerçekleşir ve şok niteliğindedir. Sonunda çok uzaklara kadar yayılabilen deprem (sarsıntı) dalgaları ortaya çıkar. Bu dalgalar geçtiği ortamları sarsarak ve depremin oluş yönünden uzaklaştıkça enerjisi azalarak yayılır. Bu sırada yeryüzünde, bazen gözle görülebilen, kilometrelerce uzanabilen ve FAY adı verilen arazi kırıkları oluşabilir. Bu kırıklar bazen yeryüzünde gözlenemez, yüzey tabakaları ile gizlenmiş olabilir. Bazen de eski bir depremden oluşmuş ve yeryüzüne kadar çıkmış, ancak zamanla örtülmüş bir fay yeniden oynayabilir.

Depremlerinin oluşumunun bu şekilde ve “Elastik Geri Sekme Kuramı” adı altında anlatımı 1911 yılında Amerikalı Reid tarafından yapılmıştır ve laboratuarlarda da denenerek ispatlanmıştır.

Bu kurama göre, herhangi bir noktada, zamana bağımlı olarak, yavaş yavaş oluşan birim deformasyon birikiminin elastik olarak depoladığı enerji, kritik bir değere eriştiğinde, fay düzlemi boyunca var olan sürtünme kuvvetini yenerek, fay çizgisinin her iki tarafındaki kayaç bloklarının birbirine göreli hareketlerini oluşturmaktadır. Bu olay ani yer değiştirme hareketidir. Bu ani yer değiştirmeler ise bir noktada biriken birim deformasyon enerjisinin açığa çıkması, boşalması, diğer bir deyişle mekanik enerjiye dönüşmesi ile ve sonuç olarak yer katmanlarının kırılma ve yırtılma hareketi ile olmaktadır.

Aslında kayaların, önceden bir birim yer değiştirme birikimine uğramadan kırılmaları olanaksızdır. Bu birim yer değiştirme hareketlerini, hareketsiz görülen yerkabuğunda, üst mantoda oluşan konveksiyon akımları oluşturmakta, kayalar belirli bir deformasyona kadar dayanıklılık gösterebilmekte ve sonrada kırılmaktadır. İşte bu kırılmalar sonucu depremler oluşmaktadır. Bu olaydan sonra da kayalardan uzak zamandan beri birikmiş olan gerilmelerin ve enerjinin bir kısmı ya da tamamı giderilmiş olmaktadır.

Çoğunlukla bu deprem olayı esnasında oluşan faylarda, elastik geri sekmeler (atım), fayın her iki tarafında ve ters yönde oluşmaktadırlar.

Faylar genellikle hareket yönlerine göre isimlendirilirler. Daha çok yatay hareket sonucu meydana gelen faylara “Doğrultu Atımlı Fay” denir. Fayın oluşturduğu iki ayrı bloğun birbirlerine göreli olarak sağa veya sola hareketlerinden de bahsedilebilinir ki bunlar sağ veya sol yönlü doğrultulu atımlı faya bir örnektir (Şekil-2).

normal fay
ters fay
atımlı fay
Çöküntü: İki normal faylanma arasındaki Bloğun çökmesi sonucu oluşur
Yükselti: İki normal faylanma arasında Yüksekte kalan bloğa denir

Şekil-2 Fay çeşitleri ve oluşumunu gösteren şekiller (DAD, 2001)

Düşey hareketlerle meydana gelen faylara da “Eğim Atımlı Fay” denir. Fayların çoğunda hem yatay, hem de düşey hareket bulunabilir (DAD, 2001).

DEPREM TÜRLERİ

Depremler oluş nedenlerine göre değişik türlerde olabilir. Dünyada olan depremlerin büyük bir bölümü yukarıda anlatılan biçimde oluşmakla birlikte az miktarda da olsa başka doğal nedenlerle de olan deprem türleri bulunmaktadır. Yukarıda anlatılan levhaların hareketi sonucu olan depremler genellikle “Tektonik” depremler olarak nitelenir ve bu depremler çoğunlukla levhalar sınırlarında oluşurlar. Yeryüzünde olan depremlerin % 90’ı bu gruba girer. Türkiye’de olan depremler de büyük çoğunlukla tektonik depremlerdir. İkinci tip depremler “Volkanik” depremlerdir. Bunlar volkanların püskürmesi sonucu oluşurlar. Yerin derinliklerinde ergimiş maddenin yeryüzüne çıkışı sırasındaki fiziksel ve kimyasal olaylar sonucunda oluşan gazların yapmış oldukları patlamalarla bu tür depremlerin meydana geldiği bilinmektedir. Bunlar da yanardağlarla ilgili olduklarından yereldirler ve önemli zarara neden olmazlar. Japonya ve İtalya’da oluşan depremlerin bir kısmı bu gruba girmektedir. Deniz içinde oluşan depremler ise tsunamilere neden olmaktadır (Foto-1).

Foto 1 – Midway 2007 tsunami (National weather service, 2007).

Bir başka tip depremler de “Çöküntü” depremlerdir. Bunlar yer altındaki boşlukların (mağara), kömür ocaklarında galerilerin, tuz ve jipsli arazilerde erime sonucu oluşan boşlukları tavan bloğunun çökmesi ile oluşurlar. Hissedilme alanları yerel olup enerjileri azdır fazla zarar getirmezler. Büyük heyelanlar ve gökten düşen meteorların da küçük sarsıntılara neden olduğu bilinmektedir.

Odağı deniz dibinde olan Derin Deniz Depremlerinden sonra, denizlerde kıyılara kadar oluşan ve bazen kıyılarda büyük hasarlara neden olan dalgalar oluşur ki bunlara (Tsunami) denir. Deniz depremlerinin çok görüldüğü Japonya’da Tsunami’den 1896 yılında 30.000 kişi ölmüştür. (DAD, 2001).

DEPREMLERİN ETKİLERİ NELERDİR?

Dünyada her gün deprem olmaktadır, ancak bunların önemli bir bölümü çok küçük olup, hasara neden olmazlar. Bununla birlikte, büyüklüklerine bağlı olarak, depremler ağır hasarlara ve can kayıplarına yol açabilirler (Foto-2). Büyük depremler, aşağıda belirtilen etkileriyle ciddi tahribata ve önemli düzeyde can kaybına neden olurlar:

  • Fay (yüzey) kırığı.
  • Sarsıcı yer hareketi (örneğin; sallanma).
  • Su baskını (örneğin; Tsunami, baraj yıkılması).
  • Değişik türde kalıcı zemin deformasyonları (örneğin; sıvılaşma, heyelan).
  • Yangın ve zararlı maddelerin açığa çıkması.
Foto 2 – Adapazarı’nda sıvılaşma nedeniyle geriye yatmış bir bina. Bunun gibi ikincil deprem etkileri depremin kendisinden daha çok tahrip edici olabilmektedir (Anatolian, 1999)

Herhangi bir depremde yukarıda belirtilen etkilerden herhangi biri baskın olabilir ve geçmiş depremlerde bu etkilerden herhangi biri  hasara ve büyük can kaybına neden olmuştur. Ancak çok sayıda deprem dikkate alındığında bu etkiler arasında sallanma en baskın olan etkidir ve yaygın şekilde hasara neden olmuştur. Genel olarak depremlerin bazı olumlu yönlerinin olduğunu söylemek çok zordur. Karar vericilerin uzun dönemde depreme duyarlı bölgelerde iyileştirme amacıyla parasal kaynak bulma konusundaki çabalarını  da belirtmek gerekir (Shıeld, 2007).

NE ZAMAN, NE ŞİDDETTE DEPREM OLABİLİR?

Bu, bilim insanlarını en fazla sıkıştıran ve tam olarak yanıtlanamayan bir sorudur. Bu sorunun kesin bir yanıtı yoktur. Yerel jeotektonik koşulara bağlıdır. Araştırmacılar büyük depremler için tekrarlanma aralığını belirlemeye çalışırlar, böylece herhangi bir saha için tehlikeyi belirleme açısından en uygun yöntemi tanımlarlar. Bu amaca ulaşmak için bilim insanları; sismoloji, jeoloji, arkeoloji vb. gibi bilim dallarından alabilecekleri tüm desteği kullanırlar (Shıeld, 2007).

DEPREMİN DİĞER ÖZELLİKLERİ

Bazen büyük bir deprem olmadan önce küçük sarsıntılar olur. Bu küçük sarsıntılara “Öncü Depremler” denilmektedir. Büyük bir depremin oluşundan sonra da belki birkaç yüz adet küçük deprem olmaya devam etmektedir. Bu küçük depremler “Artçı Depremler” olarak isimlendirilir ve büyük depremin oluş anına göre bunların şiddetinde ve sayısında azalım görülür (DAD, 2001).

DEPREMLERE KARŞI BİLİM NE YAPABİLİR?

Deprem tehlikesiyle ilgili yaklaşım iki yönlüdür:

Öncelikle; sismoloji, deprem jeolojisi vb. gibi temel alanlarda bilim insanları:

  • Depreme neden olan faktörlerin belirlenmesi ve deprem kırığının gelişiminin anlaşılması için çaba gösterirler.
  • Deprem tehlikesi olan alanların tanımlanması için jeolojik yapı üzerinde araştırma yaparlar. Sismik zonlama, temel araştırmaların sonuçlarına göre yapılır (Foto-3).
Foto 3 – Öncü ve Artçı depremleri gösteren sismograf cihazı verileri        (DAD, 2001).
Foto 4 – Depremin sonuçları (Anatolian, 1999).

İkinci aşamada; inşaat mühendisliği ve mühendislik jeolojisi alanlarında yapılacak araştırmalarla bilim insanları depremden kaynaklanan sarsıntılara karşı daha dayanıklı yeni inşaat yöntemlerini ve malzemelerini geliştirmeye çalışırlar. Yapı yönetmelikleri en güncel araştırmaların sonuçlarına göre sürekli olarak değiştirilir ve adapte edilir (Shıeld, 2007).

HEYELAN

Kayalardan döküntü örtüsünden veya topraktan oluşmuş kütlelerin çekimin etkisi altında yerlerinden koparak yer değiştirmesine Heyelan denir. Bazı heyelanlar büyük bir hızla gerçekleştikleri halde bazı heyelanlar daha yavaş gerçekleşirler. Heyelanlar yeryüzünde çok sık meydana gelen ve çok yaygın bir kütle hareketi çeşididir ve aşınmada önemli rol oynarlar. Büyük heyelanlar aynı zamanda topografyada derin izler bırakırlar (Foto-5) (www.Diyadin.net, 2007).

Foto 5 – Bolu; Akma (Murat, 2006).

Kayalardan, döküntü örtüsünden veya topraktan oluşmuş kütlelerin, çekimin etkisi altında yerlerinden koparak yer değiştirmesine heyelan denir (Foto-6).

Foto 6 – Kaya düşmesi (Gümüşhane, 2005).

HEYELANA NEDEN OLAN ETKENLER

Kuvvetli Eğim

Eğimlerin fazla olduğu sahalarda heyelan riski artmaktadır. Bazı sahalarda fay yamaçları dik eğimlerin oluşmasına neden olarak heyelanları kolaylaştırırlar. Yine insanlar kanallar ve yollar açarak yada yol ve maden kazılarından çıkan toprakları denge açısına erişmiş bulunan yamaçlar üzerine atarak heyelan oluşumuna neden olan koşulları hazırlarlar. Gevşek unsurların denge açısını her hangi bir nedenle aştığı durumlarda heyelan oluşur (Foto-7).

Foto 7 – Heyelan (Oztaşkın, 2005).

Su İle Doygunluk

Heyelanlar yağışlı veya zeminin ıslak olduğu mevsimlerde meydana gelirler.

Şiddetli veya devamlı yağmurlar yahut karların erimesi, kayaların içine bol miktarda suyun sızmasına olanak verir. Bunun sonucunda plastisite ve likidite sınırlarına erişilir ve herhangi bir nedenle oluşan sarsıntı sonucunda heyelan meydana gelir. Su, ayrıca denge açısını küçülterek, ağırlığı arttırarak ve sürtünmeyi azaltarak heyelanı kolaylaştırır (Foto-8).

Foto 8 – Aşırı doygun zeminin kayması (TRT, 2008).

Kaya Yapısı

Plastisite, likidite sınırları malzemenin yapısına sıkı bir şekilde bağlıdır. Çeşitli kil türlerinde plastisite birbirine yakın ancak likidite değerleri birbirinden çok farklıdır. Örneğin bu bakımdan en düşük değeri gösteren kaolin kili, en az su ile likidite sınırına erişen yani heyelana en uygun olan kil türüdür.

Çeşitli depolarda az yada çok kil vardır. Bunun oranı ve türü heyelan olayını arttıran yada azaltan yani heyelanların yayılış alanlarını belirleyen başlıca faktörlerden birisidir. Bu nedenle killi formasyonların, fliş, marn ve tüf gibi depoların yaygın olduğu sahalarda heyelan çok fazla görülür. Buna karşılık kalker ve bazalt gibi kayalarda heyelan seyrek görülmektedir.

Tektonik Yapı

Tektonik yapı ile heyelan arsında çok sıkı bir ilişki vardır. Tabakaların yamaç eğimine paralel olarak dalmaları, heyelanları kolaylaştırır. Özellikle tabakalar arasında killi bir seviyenin varlığı önemli rol oynar. Kar veya yağmur sularının toprağa sızması sonucunda plastik veya likit hale geçen kil tabakasının üzerindeki kütleler çekim gücüne uyarak, toptan aşağıya doğru kayabilirler. Kayaların diyaklâzlarla derin ve sık bir şekilde parçalanmış olması da heyelanı kolaylaştıran koşullar arsında sayılabilir.

Heyelanlar, yukarıda sayılan nedenlerin birisi veya birkaçının etkisiyle oluşurlar ve bazen topografyada çok önemli değişikliklere neden olurlar. Kayan kütlenin koptuğu yerde genellikle hilale benzer bir kopma yarası oluşmaktadır. Buradan ayrılan maddeler genellikle akış hareketini andıran şekiller gösteren ve çoğu kez üzerinde kapalı çanakçıklar bulunan bir yığın halinde aşağıya doğru yer değiştirirler ve heyelan kütlesinin gövdesini oluştururlar.

Bu kütle bazen bir akarsuyun yatağını tıkayarak bir Heyelan Setti Gölü oluşmasına yol açar. Örneğin Tortum Gölü, heyelanla Tortum vadisinin tıkanması sonucunda meydana gelmiştir. Ayrıca heyelanlar sonucunda, yamaçlarda taraçalara benzer basamaklar oluşabilir (Foto-9) (www.Bilim.biz, 2006).

Foto 9 – Blok kayması (Öztaşkın, 2005).

HEYELAN ÇEŞİTLERİ

Genel olarak heyelan terimi ile açıklanan bu hızlı kütle hareketleri asıl heyelanlar, göçmeler ve toprak kaymaları olmak üzere üç tipe ayrılabilirler  (Wikipedia, 2007).

Asıl Heyelanlar

Bunların oluşumunda su, hazırlayıcı bir rol oynar. Fakat asıl heyelan kütlesi, su ile hamurlaşmış halde değildir. Kuru bir kütle halinde, fakat kaymaya uygun bir zemin üzerinde yer değiştirmiştir. Bu tip heyelanlar ülkemizde sık sık oluşurlar. Bu heyelanların en büyük olanları, genellikle bol yağışlı ve dik eğimli sahalarda, özellikle kuvvetle yarılmış, nemli ve litoloji bakımından da elverişli olan Kuzey Anadolu dağlık alanında oluşmuştur. Geyve, Ayancık, Sinop çevresi, Maçka, Of-Sürmene ve Trabzon-Sera heyelanları bunların başlıcalarındandır (Wikipedia, 2007).

Sera Heyelanı, Trabzon şehrinin 10 km kadar batısında Sera Köyü yakınlarında 1950 yılında oluşmuştur. Heyelanın oluşmasından bir hafta kadar önce, Sera vadisinin dik yamaçlarında derin yarıklar oluşmuş, topografya küçük ölçüde bazı değişikliklere uğramıştır. Fakat asıl heyelan, birkaç dakika gibi kısa bir zaman içinde ve şiddetli bir gürültü ile birlikte oluşmuştur (Wikipedia, 2007).

Bir kısmı akış şekilleri gösteren, fakat asıl olarak kayma yüzeyleri boyunca yer değiştiren kütlenin ortalama uzunluğu 650 m. genişliği 350 m, kalınlığı ise 65 m. kadardır. Böylece Sera heyelanı sonucunda 15 milyon m³ hacminde kaya ve döküntü yer değiştirmiştir. Bu heyelan kütlesi Sera deresinin vadisini tıkamış ve burada 4 km. uzunluğunda, ortalama 150 m. genişlikte ve 55 m. derinliğinde oldukça büyük bir set gölü oluşmuştur (Wikipedia, 2007).

Araştırmalar, bu heyelanın oluşumunda normalden daha fazla yağışlı geçen kış mevsimi ile karların hızla erimesine neden olan Föhn karakterinde güney rüzgârlarının etkisi olduğunu göstermektedir. Bu yolla zemine çok fazla oranda su sızmıştır. Zaten bu sahada çözülme çok derinlerde olduğu gibi, andezitik kayalar ve yastık lavlar derin diyaklazlarla yarılmış, aralarındaki bağlar gevşektir. Bu durum, su ile doygunlaşan arazinin kaymasını ayrıca kolaylaştırmıştır. Bundan başka, yamaç eğimlerinin çok fazla olması ve özellikle Sera deresinin yamacın alt kısmını oyması heyelanın oluşumunda rol oynamış olmalıdır (Wikipedia, 2007).

Göçmeler

Heyelanın hareket bakımından farklı bir başka tipini oluştururlar. Bu tip heyelan bir kaşığa benzeyen konkav kopma yüzeyleri boyunca dönerek yer değiştiren kısımlardan oluşur. Kayan kısımlardan her biri, geriye doğru çarpılır. Bunu sonucunda, kayan kütlelerin ilksel eğimleri değişir ve bunların yüzeyleri kopma yarasının bulunduğu tarafa doğru yeni bir eğim kazanır. Yamaçların alt kısımlarının akarsular, dalgalar gibi etkenler tarafından fazla oyulması göçme şeklindeki heyelanların başlıca sebebidir (Wikipedia, 2007). Falezlerin ve yamaçların gerilemesi, menderes halkalarının büyümesi sırasında alttan oyma sürecine bağlı olarak sık sık göçmeler oluşur. Göçmüş kütleler veya bloklar büyük oldukları durumda, bunlar arasında küçük göller veya yamaçlarda taraçalara benzer sahanlıklar oluşur. Küçük ve Büyük Çekmece göllerinin kenarlarında ve bu iki göl arasındaki deniz kıyısı boyunca bu tür göçmelerin tipik örnekleri yaygındır (Wikipedia, 2007) (Foto-10).

Foto 10 – Göçme  (Mersin Belediyesi, 2007)

Toprak Kaymaları

Bunlar heyelanın, bazı bakımdan çamur akıntılarına benzeyen bir türüdür. Fakat çok yavaş oluşmaları, belli bir yatağa bağlı olmamaları ve içerdikleri suyun çok daha az olması gibi farklarla çamur akıntılarından ayrılırlar. Geriye doğru eğimleşme göstermediklerinden dolayı da, yukarıda açıklanan göçmelerden farklı oldukları görülür. Toprak kaymaları, su ile doygun hale gelen ve bu şekilde bütünü ile kayganlaşan yüzeysel depoların, döküntü örtüsünün veya toprakların yer aldığı yamaçlarda oluşur (Wikipedia, 2007).

Bu şekilde bir kopma yarası ve kıvamlı bir hamur gibi yer değiştiren bir heyelan kütlesi meydana gelir. Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, toprak kaymaları asıl heyelandan daha yüzeyseldir; aslında toprak tabakasını ve onun altındaki döküntü örtüsünü ilgilendirir. Bu kütle hareketinin en yaygın olduğu sahalar, litoloji bakımından da uygun olmak koşulu ile nemli iklim bölgeleridir.

Heyelan aynı zamanda toprak kaymasıdır. Toprağın yer değiştirmesinden oluşur. Toprak altı fidelerinin topraktan çıkması, aynı zamanda toprağın aşağıya doğru inerek sürtünme kuvveti oluşturmasına heyelan denir (Foto-11).

Foto 11 – Akma (Murat, 2007).

KÜTLE HAREKETLERİ

Kitle hareketleri ile ilgili birçok sınıflama bulunmakla birlikte en çok kullanılan sınıflama Varnes 1978’in yapmış olduğudur (Şekil-3).

Şekil 3 – Kütle hareketleri sınıflandırması (Varnes, 1978).

Düşme

Deniz, göl kenarlarından ve dik kazı şevlerinden, dik yamaçlardan, mağara tavanlarından, sivri dağ doruklarından, özellikle deniz kenarındaki dik falezlerden, özellikle süreksizlik yüzeyi ile sınırlanmış münferit bloklarının değişik boy ve çeşitteki kaya veya zemin parçalarının yer çekimi etkisi ile aşağıya doğru hareket ederek düşmesi olayıdır (Foto-12,13).

Düşen malzemenin cinsine göre, Kaya Düşmesi, Moloz Düşmesi, Zemin (Toprak) Düşmesi gibi adlar alabilirler (Şekil-4).

Şekil 4 – Kütle hareketlerinin şekilleri (Dönekli, 2004).
Foto 12 – Kaya düşmesi (Çelik, 2001).
Foto 13 – Kaya düşmesi, ABD (Takvim gazetesi, 2005).

Devrilme

Fazlaca süreksizlik içeren kayaların orijinal konumlarının bozularak yıkılmalarına “Devrilme” denilmektedir. Doğada çeşitli devrilme tipleri saptanmıştır. Bükülme Devrilmesi, Blok Devrilmesi veya her ikisinin karışımı olan bir devrilme çeşidi oluşabilir (Şekil-5).

Şekil 5 – Devrilme Türleri (Kılıç, 2004).

Akma

Konsolide olmamış (pekişmemiş) malzemelerin doygun veya kuru halde ve yavaş veya hızlı şekilde yamaç boyunca kıvamlı bir sıvı gibi hareket etmeleri, akma duraysızlığına neden olmaktadır (Şekil-6).

Kuru kumlar ile kil boyutundan moloz boyutuna kadar değişen malzemelerde bu tür duraysızlık gelişebilir ve kum akması, çamur akması ve moloz akması şeklinde adlandırılır (Foto-14).

Şekil 6 – Akma Türleri (Çelik, 2004)
Foto 14 – Çamur akması (Dönekli, 2002)

Kayma

Kayma, şevi oluşturan malzemede, belirgin bir yüzey boyunca ve makaslama yenilmesine başlı olarak, kazı boşluğuna doğru dönel veya ötelenmeli (düzlem üzerinde) bir hareket sonucu meydana gelen bir duraysızlık türüdür.

Şevlerde karşılaşılan en aygın duraysızlık türü olan kaymalar, Dönel, Ötelenmeli kaymalar olmak üzere iki şekilde gelişirler.

Dairesel (dönel) Kayma: Bu tür kaymalar, dairesel (kaşık şeklinde) yüzeyler boyunca gelişir ve hareket sırasında kayan kütle geriye doğru yatmış bir konum kazanır. Kayma yavaş veya orta derecede bir hızla ve belirgin bir yenilme yüzeyi boyunca meydana gelir (Şekil-7).

Şekil 7 – Kayma Açısı Ve Düzlemleri (Ertuğrul, 2004).

Dairesel kayma; kil, silt, kum vb türdeki toprak zeminlerin yanı sıra, akarsu kanallarında, yol yarmalarında, dolgularda, atık yığınlarında ve ileri derecede eklemli kaya kütlelerinde ve/veya ileri derecede ayrışmış kayaçlarda meydana gelir (Şekil-8) (Foto-15).

Şekil 8 – Kayma Düzlemi (Ertuğrul, 2004).
Foto 15 – Toprak kayması (JMO, 2005).

Bu tür tür duraysızlıklarda kaymalar, düz veya çok az ondülasyonlu bir yüzey boyunca gelişen makaslama yenilmesine bağlı olarak, malzemenin kayma yüzeyine paralel şekilde öne doğru hareketiyle gelişir.

Bu tür duraysızlıklar kayaç veya oprak zemin malzemesine oranla daha düşük makaslama dayanımına sahip olan süreksizlik yüzeyleri (tabakalanma, eklem, fay, makaslama zonu, şistozite vb) boyunca meydana gelen, dolayısıyla süreksizlik denetimli duraysızlıklardır.

Ötelenmeli (Düzlemsel) Kayma Türleri;

Düzlemsel Kayma

Eğimi şev eğiminden küçük olan düşük dayanımlı zayıf bir düzlem üzerindeki kütlenin kazı boşluğuna doğru hareket etmesidir.

Kama Türü Kayma

Bu tür duraysızlık, kesişen iki süreksizliğin oluşturduğu tetrahedral bir kama bloğunun, eğimi şevinkinden daha yatık olan kesişme hattı boyunca öne doğru hareket etmesi sonucu meydana gelir.

İki Veya Çok Yüzeyli Kayma

Bu duraysızlık türü, birden fazla süreksizlik veya zayıflık yüzeyi üzerinde meydana gelir. Özellikle fay veya tabakalanma yüzeylerinin birleşmesi sonucu doğal ortamlarda veya zayıf zeminler üzerinde yer alan pasa yığınları ile dolgularda gelişebilen tipik bir duraysızlıktır.

Yanal Yayılma;

Bu tür duraysızlığın meydana gelmesinde, makaslama ve çekme çatlaklarının eşlik ettiği yanal bir genişleme hareketi rol oynamaktadır.

İki türü bulunmaktadır.

Yanal Kaya Yayılması

Şev yumuşak bir malzemenin üzerinde yer alan daha sıkı-sert birimden oluşur.

Yumuşak malzeme şevin dışına doğru plastik bir davranış sergiler ve akma şeklindeki harekete bağlı olarak alttaki sert malzeme de bloklara ayrılır ve plastik malzeme tarafından taşınarak bu harekete katılır.

Yanal Zemin Yayılması

Bu duraysızlık türü killi, göreceli olarak zayıf ve sünümlü bir malzeme içinde yüzer konumdaki sert ve eklemli büyük kaya bloklarının bu malzeme ile birlikte yavaş bir harekete maruz kalmasını tanımlar. Yıllık hareket hızı 10-25 mm arasında değişir ve genellikle hareket kolay fark edilmez. Aşırı gözenek suyu basıncı hareketi etkileyen önemli faktörlerden biridir.

HEYELAN OLUŞTURAN FAKTÖRLER

Heyelan gerek doğal gerekse yapay faktörlerin etkisi altında meydana gelebilirler. Bölgenin jeolojik tarihçesi ve insan aktivitesi sonucu bölgede meydana gelen değişiklikler şevlerin dayanımının bozulmasına etki eder.

Ayrıca meydana gelen  de kritik denge konumundaki yamacın stabilitesini bozarak kaymaya neden olabilmektedir. Şev stabilitesine etki eden en birincil faktör yerçekimi etkisidir.

Heyelana neden olan faktörler değişik şekillerde sınıflandırılmış olup dört ana faktör şunlardır:

a-) Şev açısı (Topografya),

b-) Yağış, (Yoğun yağış, Ani kar erimesi)

c-) Tekrar aktivite kazanabilecek eski heyelan kütlelerinin varlığı

d-) Ana kaya ve onu üzerleyen konsolide olmamış birimlerin litolojik özellikleri (Jeoloji),

Heyelana neden olan faktörler;

Jeolojik, Morfolojik, Fiziksel ve İnsan aktivitesi olarak ayrılabilmektedir.

Fakat bu çalışmada,  iç ve dış nedenler olmak üzere ikiye ayrılmıştır.

Dış Nedenler

a- Şev ve yamaç eteklerinde yapılan kazılar,

b- Şev ve yamaç topuklarının sular tarafından oyulması,

c- Aşınma ile şev eğiminin artması, yani şev yüksekliğini (H) ve şev açısının (β) değişmesi

d- Zemine doğal ve yapay olarak ek yüklerin yüklenmesi,

e- Zemin üstündeki bitki örtüsünün kaldırılması, yüzey sularının sızmasının

olaylaştırılması

f- Çatlak ve fissürlerde suların donması,

g- Yapay patlamalar ve sarsıntılar (dinamit patlatılması gibi) olarak verilebilir

İç Nedenler

Boşluk suyu basıncının artması,

b- Şev ve malzeme kohezyonunun azalması,

c- Kabarma ve şişme basınçları

Kar ve yağmur, yeraltı su düzeyinin değişmesine, şev malzemesinin kısmen ya da tamamen doygun süspansiyon haline gelmesine ve dolayısıyla boşluk suyu basıncının artmasına, içsel sürtünmenin azalmasına neden olmaktadır.

Bundan dolayı, büyük  şiddetli yağışlardan sonra oluşur. Ayrıca su, zeminin birim hacim ağırlığını azaltır ve ince taneli kum zeminlerde kohezyonu sağlayan yüzeysel gerilimi azaltır.

HEYELANLAR NE ZAMAN OLUŞUR?

Mevsimlere göre genel dağılımına bakıldığında, heyelanların en çok ilkbahar aylarında görüldüğü (yaklaşık % 64) tespit edilmiştir.5 Bu mevsimde heyelanların sık görülmesinin sebebi, karların erimesi ve yağışların bol olmasıdır. Birçok tetikleyici faktörün rol oynadığı heyelanlar; birkaç saniye gibi kısa sürede meydana gelebildiği gibi, çevredeki unsurlara bağlı olarak uzun sürede de gelişebilmektedir.
2006 yılında Filipinlerde meydana gelen ve yaklaşık 1.700 kişinin ölmesine veya kaybolmasına; Endonezya’da ise 80 evin toprak altında kalmasına ve en az 160 kişinin ölmesine sebep olan heyelanlar, ani ortaya çıkanlara misal verilebilir. Tetikleyici faktörlere bağlı gelişen heyelanlara; 2005 yılında Pakistan’da 30.000 civarında insanın ölümüne, 50.000 civarında insanın da yaralanmasına yol açan 7,6 büyüklüğündeki bir zelzelenin tetiklemesiyle oluşanlar örnek verilebilir. Bu deprem neticesinde oluşan heyelanlar yolların kapanmasına ve ulaşım güçlükleri olan bölgelerde ölü ve yaralı sayısının artmasına sebebiyet vermiştir.

Heyelanların, tam olarak ne zaman ve ne sıklıkta oluşabileceği bilinmese de, bu tabii afetleri ilmin metotlarıyla takip etmek, önlem almak ve zararlarını en aza indirmek mümkündür. Günümüzde heyelanların nasıl meydana geldiğine ve heyelana hassas sahaların hangileri olduğuna dair çalışmalar yapılmaktadır. Bu amaçla, hem yerinde saha çalışmaları, hem de uydu teknikleri kullanılarak ‘heyelan risk haritalarının hazırlanmasına hız verilmiştir.

HEYELANDAN KORUNMAK MÜMKÜN MÜ?

Heyelanlar, dünyanın her yerinde can ve mal kayıplarına yol açmaktadır. Amerika Jeolojik Araştırmalar Kurumu’nun (USGS) bir araştırma raporu neticesine göre Amerika’da 1985’in son üç ayında heyelanlardan dolayı ölen insan sayısı, son 20 yılda diğer jeolojik afetlerden (zelzele, volkan patlamaları) ölen insan sayısından daha fazladır. Yine son 20 yılda heyelanlardan kaynaklanan mülkiyet zararları, zelzelelerden kaynaklananlara nispeten daha fazladır.

Heyelanların sebep olduğu bu sosyal ve ekonomik kayıplar, hassas bir plânlama ve idareyle azaltılabilir. Heyelan riski mühendislik ve yerbilimleri araştırmalarıyla ve halk bilinçlendirilerek en aza indirilebilir. Bu çerçevede kanun ve yönetmeliklerle heyelanlı alanlara yapılaşma izni verilmeyeceği vurgulanır ve bu ciddi bir şekilde denetlenerek heyelanın zararları en aza indirilebilir. Jeologlar; jeolojik harita yaparak, heyelan oluşması muhtemel alanları belirlerler ve yüksek riskli arazileri tespit ederek mühendislere, plânlamacılara, yapı denetim elemanlarına ve bölge sakinlerine yüksek riskli alanlardan kaçınmaları için gerekli bilgiyi sunarlar. Bu şekilde; ev, okul, hastane, enerji hattı ve yol gibi yapılar muhtemel heyelan riskli alanlardan uzağa tesis edilebilir.

HİDROLOJİK ve METEOROLOJİK RİSK

Sel ister büyük nehirlerin kıyısına yerleşmiş, ister dağ yamaçlarında yaşıyor olsun, isterse çöllerde bulunsun her yerdeki insanların rastlayabileceği türde bir doğa olayıdır. Yerleşilen yerlerdeki çeşitlilik görülme sıklığını değiştirmesine rağmen özellikle sel olayını dikkate almadan kurulan altyapılar bu doğa olayının bir faciaya dönüşmesine neden olabilmektedir. Ülkemizde sadece 1995 yılında üç bölgede  görülen sel olayı 160 kişinin ölümüne neden olurken her yıl can kaybına neden olmayan seller sonucu milyarlarca liralık ekonomik kayıplar yaşanmaktadır. Bu amaçla gelişmiş ülkeler sel riskini en aza indirmek için erken uyarı sistemleri geliştirerek özellikle can kaybını en aza indirmeyi başarmışlardır  (www.mustafaeryigit.com, 2007).

Hidrolojik riskler aynı zamanda meteoroloji ye de bağlıdır. Sistem yağışlarla doğrudan ilişkilidir. Ve bu kapsamda hidrolojik riskler hidro-meteorolojik risk olarak incelenebilir. Su her halükarda bir risk oluşturmakta dır. Aşırı yağışlar selleşmelere neden olurken, yağış olmayan bölgelerde de kuraklık bir risk oluşturur. Deprem ve sel felaketlerinden sonra ikinci dereceden doğal afetlerden sayılan çığ, her yıl dünyanın bir çok yerinde çok sayıda insanın hayatını yitirmesine ve yerleşim yerlerinde zarar görmesine neden olmaktadır (bilim ve teknik, 1997).

 Bunun için bu başlıkta  nehir taşkınları başta olmak üzere aynı zamanda;  Çığ, kuraklık, Çölleşme, Küresel ısınma, Tsunami gibi riskleri de irdeleyeceğiz.

NEHİR TAŞKINLARI

Meteorolojik nedenlerle kendiliğinden gelişen hallerde veya baraj kapaklarının açılmasıyla nehrin normal yatağının dışına taşarak çevreye zarar vermesi durumu su altında bırakarak, evleri ve altyapıyı yıkarak etkili olur      (Foto-16).

Foto 16 – Nehir taşkını (Edirne Belediyesi, 2006).

Şiddetli rüzgarla birlikte tropikal fırtınalar ve harikeynler (hurrican) özellikle Atlantik okyanusu kıyılarında kuvvetli kıyı selleri oluşturur. Sürekli ve şiddetli rüzgar büyük bir dalgaya sebep olarak suyu karanın içlerine kadar sürükler. Göl bölgelerinde de benzer atmosferik şartlar veya depremler göl seviyesinde değişimlere ve sellere sebep olur.

Selin en sık rastlanan sebebi kuvvetli ve uzun süreli yağıştır. Seller kar erimesi sonucu oluşan kuvvetli akışlar veya drenaj kanallarının tıkanması sonucunda da meydana gelebilir. Günümüzde rastlanılan en yaygın sebep ise; kuvvetli yağmur fırtınalarında drenaj sistemlerindeki yetersizlik sonucu ana nehir kanallarının tamamen dolu olması ile meydana gelen taşmalar sonucu oluşan sellerdir. Dağlık bölgelerde ise seller kar erimesi veya yağışla birleşen kar suyundan meydana gelir. Çok nadir olarak da barajların çökmesi ve taşmasından kaynaklanan sellere rastlanılmaktadır.

Akarsuların sutaşıma miktarı değişkenlik gösterir. Bazen uzun süre yağış olmayan veya az yağış alan bir alanda akışlar yavaşlar bazen de aynı alanda yağışlı bir periyotta güçlü akışlar olabilir. Sellerin miktarındaki değişkenlik yağışın yoğunluğuna, yağış miktarına, kar erime oranına ve/veya diğer faktörlere bağlıdır.

İki akarsu havzası arasındaki yağış toplamı veya toplama alanındaki depolama miktarı sel potansiyelinde önemli rol oynar (Sivil Savunma, Doğal Afetler ve Arama Kurtarma, 2008).

Sele en çok nehir yataklarından taşmalar sonucu rastlanır. (Foto-17) Ani ve kuvvetli yağışlar ve kar erimesi sonucu  taşmalar oluşmaktadır. Nehir yataklarına gelen suyun sele dönüşmesine yatakların amacı dışında kullanılması da çok etkili olmaktadır. Günümüzde çarpık kentleşme sonucu dere yataklarının gecekondulaşma bölgesi haline gelmesi, ağaçlandırılması, doldurulması veya nehir yataklarının değiştirilmesi sonucu her yıl ülkemizde büyük mal ve hatta can kayıplarına rastlanmaktadır (Foto-18).

Foto 17 – Sel akıntılarının gücü (Baran, 2006).

Dağlık alanlarda yağış ve tepelerdeki karın erimesi sonucu dere yatakları  taşıyamayacağı miktarda su ile dolar ve ani seller oluşur. Özellikle dağ eteklerindeki yerleşim yerleri için heyelan tehlikesi de yaratan bu seller oldukça tehlikeli olmaktadır (Foto-19).

Foto 18 – Samsun sellenme (Sivil savunma, 2008).
Foto 19 – Sel akıntılarının Gücü (Ateş, 2002).

ÇIĞ TEHLİKESİ

Çığ, genelde orman örtüsü olmayan engebeli dağlık bölümlerinde, orman örtüsünün yok edilişinin etkisiyle dağlık ve eğimli arazilerde tabakalar halinde birikmiş olan kar kütlesinin iç ve dış kuvvetler etkisinde dağ veya vadi tabanına doğru kaymasıyla tanımlanır (Foto-20).

Foto 20 – Çığ (Zin, 2002).

Çığın oluşumunda yörenin topoğrafik ve meteorolojik koşulları etkilidir. Kar gevşek bir maddedir. Yamaçta asılı duran  kar büyük miktarda elastik gerilim enerjisi içerir, çığ olaylarında en büyük etken yerde sıkışmış eski kar örtüsünün üzerine tipi sonucun taze karın yağmasıyla kalın, yeni bir tabakanın oluşması, kar örtüsünün içerdiği serbest su miktarına, arazinin özelliğine, kar katmanının yoğunluğuna, kar örtüsünün arazide bekleyiş süresine, kar tabakanın niteliği ve arazinin durumu en fazla çığ tehlikesini oluşturmaktadır. Eğimli araziler güneye bakan dik ve rüzgâr altı yamaçlar şiddetli bir kar tipisinden sonra 36 saatten fazla süreyle hava sıcaklığını 0 (sıfır) derecenin üzerinde olması, mevcut  eski kar üstüne yeniden 25 cm den fazla kar yağması ayrıca, tipi sırasında hızı saniyede 7 km yi aşan rüzgârın  24 saat süreyle devam etmesi, mevcut kar üstüne güneşin açıp karın hızla erimeye başlaması meteorolojik açıdan çığ oluşumu nedenleri arasında sayılmaktadır (Bilim ve Teknik Dergisi, 1997).

Türkiye’de Çığ Problemi

Türkiye’nin özellikle kuzey-kuzeydoğu ve doğu kesimlerinde, çığ olayına uygun topografik ve meteorolojik koşullara sahip dağlık alanlar mevcuttur. Ortalama yüksekliği 1000 m’yi geçen ve çığ oluşumuna uygun alanların yüzölçümü bu bölgeler içinde çok yüksek bir yüzdeye sahiptir. Dağlık alanların, Türkiye yüzölçümünün yaklaşık 1/3’ünü oluşturduğunu düşünecek olursak, çığ olayının meydana geldiği alanların yayılımının ne kadar büyük olduğu anlaşılır. Bu bölgelerde meydana gelen çığlar, yerleşim yerlerini, yolları, turistik tesisleri ve diğer bütün devlet yatırımlarını tehdit etmektedir. (Foto-21) Çığ olayının yerleşim yerlerine etkisi her afet türü gibi sosyal ve ekonomik açıdan olmaktadır. Ülkemizde çığ afetinin, sosyal etkileri hakkında fikir vermesi açısından; 1958 yılından beri Türkiye’de AFET kayıtlarına geçmiş 448 adet çığ olayındaki can kayıplarının miktarı verilebilir. Bu kaybın en çarpıcı örneği, 1991-1992 kış mevsiminde 328 kişinin hayatını kaybetmiş olmasıdır. Çığın sosyal etkisi sadece can kayıpları ile sınırlı değildir. Çığdan etkilenen alanlardaki maddi kayıpları karşılayamayan insanların bölgeden göç etmesi de bir sosyal sonuçtur. Ekonomik açıdan bakıldığında ise, bölgede çığların verdiği hasarların kısa sürede telafi edilememesinin getirdiği zorluklar nedeni ile oluşan üretim ve iş gücü kayıpları giderek artmakta ve bazı bölgelerin turizm potansiyeli dahi dolaylı olarak etkilenmektedir (Afet arşivi, 2008).

Foto 21 – Çığ oluşan bölgede çığ başlangıç bölgesi, çığ akıntı bölgesi, çığ durma bölgesi gösteren şekillendirme (www.meteor. gov.tr, 1998).

Çığların Oluşma Nedenleri

Çığların oluşma nedenleri genel olarak 7 başlık altında incelenebilir:

  1. Yağış
  2. Rüzgar
  3. Yamaç eğim açısı
  4. Yamaç yönelimi (Bakı)
  5. Sıcaklık
  6. Zayıf kar tabakalar
  7. Yamaç Örtüsü

Bilim adamları, kızıl gezegenin yüzeyinde meydana gelen çığın fotoğraflarını yayınladı. Bu görüntülerin çok önemli olduğunu belirten araştırmacılar, Mars’ın yüzeyinin son 1 milyon yıldır değişmediğine dikkat çekti (Foto-22).

Foto 22 – Mars da çığ düşmesi, Uzay Fotoğrafı (Haber ajansları, 2008).

KURAKLIK

Kuraklık “Yağışların, kaydedilen normal seviyelerinin önemli ölçüde altına düşmesi sonucu, arazi ve su kaynaklarının olumsuz etkilenmesine ve hidrolojik dengenin bozulmasına sebep olan doğal olay” olarak tanımlanabilir (Foto-23) (BMÇMS , 1997).

Foto 23 – Kuraklık ve susuz kalan canlılar (Stern raporu,2006).

Kuraklığın niteliklerini aşağıdaki gibi sıralayabiliriz:

  • Frekans
  • Şiddet
  • Süre
  • Etki Alanı

Kuraklığın önemli özellikleri ise şu şekilde sıralanabilir:

  • Başlangıç ve bitişinin belirsiz oluşu
  • Kümülatif artması
  • Aynı anda birden fazla kaynağa etkisi
  • Ekonomik boyutunun yüksek olması

Türkiye’de kuraklığa etki eden belli başlı faktörler arasında atmosferik koşullar, fiziki coğrafya faktörleri ve iklim koşulları yer almaktadır. Yeryüzünde iklim özelliklerinin meydana gelişinde fiziki coğrafya faktörlerinin önemli etkileri vardır. Bunlar denize yakınlık-uzaklık (karasallık derecesi), yükselti ve orografik özelliklerdir.

Türkiye yüksek bir ülkedir ve ortalama yükseltisi 1100 m den fazladır. Örnek olarak, ülkemizin deniz seviyesi ile 500 m arasında kalan alçak alanları ancak % 17,5 kadar iken, 1000 m’ den daha yüksek alanları ülke yüzölçümünün % 55’ den fazlasını meydana getirir. Bu durumun Türkiye’nin iklim koşulları üzerinde çok önemli etkiler yapacağı açıktır.

Kuraklık Çeşitleri

Kuraklığın literatürde tanımlanan birçok çeşidi olmakla üç belirgin kuraklık tipi vardır (Wilhite ve Glantz 1987). Bunlar;

  • Meteorolojik kuraklık,
  • Tarımsal kuraklık,
  • Hidrolojik kuraklık (DMİ,1998)

Nüfus Artışı Suya Etkisi

Bu gün Dünya nüfusunun 1/3’ü su sıkıntısı yaşıyor ve 1,1 milyar insan, temiz su eksikliği çekiyor. Zaten iklim değişikliği olmasa da, nüfusun çoğalması başlı başına milyarlarca insanın, sınırlı miktarda su elde etmesine sebep olmaktadır. Yükselen sıcaklık etkileriyle birlikte nüfusun çoğalması, milyarlarca insan için suyun statüsünde değişiklikler yapacaktır. Bir çalışmaya göre, 2 °C’lik sıcaklık artışı, 1-4 milyar insan için su kısıtlaması getirecektir. Özellikle, Afrika, Ortadoğu, Güney Avrupa, Güney ve Orta Amerika’nın bazı bölgeleri için su kısıtlaması söz konusu olacaktır. (Foto-24) Aynı zamanda, Doğu ve Güney Asya’da 1-5 milyar insan çok daha fazla suya ihtiyaç duyacaktır (Stern raporu, 2006).

Foto 24 – Kuraklık (Stern raporu, 2006).

Alibeyköy barajı gölü kurudu. Kuraklık Mimar Sinan’ın tarihi şaheserini ortaya çıkardı. Bütün haşmetiyle ihtişamıyla Mağlova Kemer’ini gördük. Ama madalyonun bir de öbür yüzü var. O da kuraklık. Neredeyse 1 yıldır İstanbul’a yağmur yağmıyor. Bu fotoğraflar insanı kara kara düşündürüyor. Anadolu Ajansı muhabirinin çektiği fotoğraflar kuraklığın boyutunu gözler önüne seriyor. Topraktaki çatlağı görenler gözlerine inanamadı.. Çatlaklar arasında gezmek neredeyse imkânsız. Rahatlıkla bir insanın ayağı içine girebilecek büyüklükte.. Bu barajın  dolması için çok yağmur yağması gerekecek (internethaber.com, 2007).

Foto 25 – Barajların kuruması (Erdoğan, 2007).

ÇÖLLEŞME

Kurak, yarı kurak ve az yağışlı alanlarda iklim değişiklikleri ve insan faaliyetleri de dahil olmak üzere, çeşitli faktörlerden kaynaklanan toprak bozulmasıdır.

Toprağın aşırı kullanımı, aşırı otlatma, sağlıksız sulama yöntemleri, ormanların tahribi ve özellikle son yıllarda ekolojik dengenin bozulması sonucunda meydana gelen iklim değişiklikleri, çölleşmeyi meydana getiren en önemli etkenlerdir (Foto-26).

Çölleşme ve kuraklık sorunları küresel bir nitelik taşımakta ve dünyanın bütün bölgelerini etkilemektedir. Bu sebeple çölleşmeyle mücadele etmek ve kuraklığın etkilerini hafifletmek için, uluslararası ortak bir eyleme ihtiyaç duyulmaktadır.

Foto 26 – Çölleşme (Çevre ve Orman Bakanlığı,1999).

Çöl ve cennet arasındaki çizginin ne kadar ince olduğunu görmenin en kolay yollarından biri Konya ovasındaki Karapınar ilçesinin güneybatısında yer alan çölleşme ile mücadele alanına gitmek (Foto-27). TEMA Vakfı (Türkiye Erozyonla Mücadele, Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı) (Foto-28). Konya temsilcisi Namık Ceyhan’ın anlattığına göre, “Karapınar, şiddetli rüzgâr erozyonu nedeniyle 1960’lı yıllarda göç tehlikesi ile karşı karşıya kalmış. Kumların rüzgârla taşınması sonucu kumul tepeleri yükselmiş, oluşan toz bulutları nedeniyle mera ve tarım arazileri verimliliğini kaybetmiş. Kum ve toz fırtınaları makineleri bozmuş, solunum hastalıkları baş göstermiş, çocuklar okula gidemez olmuş. Rüzgârla kalkan toz bulutları Konya-Adana karayolunda trafiği aksatmış hatta bazen yolun kapanmasına neden olmuş. Ve halk bölgeyi terk etmeye başlamış”…

Foto 27 – Tabakaların istiflenmesi ve kuraklık, Konya (Ntvmsnbs, 2007).
Foto 28 – Amazon ormanlarının yüzde 60’ının gelecek 20 yıl içinde çölleşeceği belirtiliyor (Deutshce welle, 2007).

KÜRESEL ISINMA

İnsanların çeşitli aktiviteleri sonucunda meydana gelen “sera gazları” olarak nitelenen (karbon dioksit, di azot monoksit, metan, su buharı, kloroflorokarbon) gibi gazların miktarlarının artması sonucunda yeryüzüne yakın atmosfer tabakaları ve katı, yeryüzü sıcaklığının yapay olarak artması  “Küresel Isınma” olarak adlandırılır (Foto-29).

Foto 29 – Fabrikalardan çıkan zehirli gazlar küresel ısınmaya etken (Şenol, 2007).

Küresel ısınma, yerküre yüzeyinin ortalama sıcaklığında yükseliş göstermekte. 1800’lerin sonlarından beri küresel ortalama sıcaklık 0.4 ilâ 0.8 derece C civarında arttı. Birçok uzman’ın yaptığı hesaplara göre 2100 yılına kadar ortalama sıcaklık 1.4 ilâ 5.8 oC daha artacak. Bu artış oranı geçmiş artış oranlarından çok daha fazla olabilir.

Bilim adamları insan topluluğu ile doğal ekosistemin çabuk bir iklim değişimine uyum sağlayamayacağından endişe ediyorlar. Bir ekosistem özel bir bölgede, yaşayan organizmalardan ve fiziksel çevreden oluşur. Küresel ısınma çok miktarda zarara sebep olabilir, bu yüzden tüm dünya ülkeleri sınırlamaya yardım etmek için Kyoto Protokolü adlı antlaşma taslağı hazırladılar.

Küresel Isınmanın Sebepleri

Klimatolojistler (İklim Bilimi konusunda çalışan bilim adamları) 1800’lerin sonlarından beri meydana gelen küresel ısınmayı analiz ettiler. Klimatolojistlerin çoğunluğu insanoğlu faaliyetlerinin ısınmanın çok büyük bir miktarından sorumlu olduğuna karar verdilar. İnsanoğlu faaliyetleri Yerküre’nin doğal sera etkisini arttırarak küresel ısınmaya katkıda bulunuyor. Sera etkisi, güneş ışığını, gazları , atmosferdeki parçacıkları kapsayan karmaşık bir işlemle Yerküre’nin yüzeyini ısıtıyor. Sera gazları, ısıyı dünyanın atmosferine hapseden gazlara verilen isimdir. (En zararlı sera gazı, karbondioksittir. Kyoto Anlaşması, karbondioksidin yanısıra metan ve nitrus oksid gazlarının salınımını da düşürmeyi öngörüyor (Foto-30).

Foto 30 – Kutuplardaki buzulların toplu eriyişleri (Yılmaz, 2007)

TSUNAMİ

Tarih boyunca sismik deniz dalgaları “gel-git dalgaları” şeklinde yanlış adlandırılmıştır. Doğal olarak, bu olaylar gel-gitle ilgili değildir. Günümüzde sismik deniz dalgaları yaygın olarak tsunami şeklinde adlandırılmaktadır (Japonca  “liman dalgaları” anlamına gelir). Tsunami, uzun mesafeler katedebilen ve çok aşırı dalga boyuna sahip okyanus dalgaları olarak tanımlanır. Bununla birlikte, tusnamiler büyük göllerde de oluşabilirler. Derin okyanuslarda tsunamilerin hızları saatte 800 km’ye kadar ulaşabilir.(Foto-31) Tsunami dalga boyları kıyıya yakın kesimlerde ortalama 9 m’dir, ancak boyu 30 m olan dalgalar da gözlenmiştir (Shield, 2004).

Foto 31 – Şehrin dalgalara teslimi (Yumi, 2007).

Tsunamiler Neden Oluşur?

Tsunamiler, büyüklüğü 6.5’tan fazla ve odak derinliği 50 km’den sığ olan depremlere bağlı olarak, tektonik olarak meydana gelen deniz dalgalarıdır. Bununla birlikte, deniz suyu kolonunun yer değiştirme derecesine bağlı olarak,  tüm denizaltı depremleri Tsunami üretmezler.

Tsunami yaratan başlıca kuvvetler aşağıdaki gibidir:

Deniz tabanındaki fay bloklarının ani hareketiyle meydana gelen denizaltı depremlerinin neden olduğu deniz suyunun düşey yönde yer değiştirmesi,

Deprem hareketlerinin bir sonucu olarak su kolonunun yatay yönde yer değiştirmesi. Denizde meydana gelen volkanik patlamalar (eğer Tsunami üretecek ise, bu patlamaların suyun önemli derecede yer değiştirmesini sağlaması gerekir),
Deniz tabanında hızlı kütle hareketleri (heyelanlar) (ancak bu hareketler, büyük çaplı Tsunamilerin oluşmasında çok ender olarak etkili olurlar)  (Shield, 2004) (Foto-32).

Foto 32 – Tsunami anı (www.internethaber.com, 2007).

Tsunamiler Nerede Meydana Gelir?

Tsunamilerle ilgili hasarların %90’ı Pasifik Bölgesi’nde ve ortalama her iki yıldan fazla bir sürede meydana gelmektedir. Son 190 yılda Havai Adalarında  bu tür 150 olay meydana gelmiş ve tahribat oldukça yaygın olmuştur. ABD’de 500,000 kişi 15 m yüksekliğindeki tsunami dalgalarının riski altında yaşamakta olup, tsunamiyle ilgili hasarlara karşı her yıl 26 milyon dolardan fazla bir harcama yapılmaktadır. Ayrıca 30 m yüksekliğe ulaşan  tsunami dalgalarının riski altında bulunan insan sayısı da 1.2 milyondur (White ve Haas, 1975). Havai Adalarının batı kıyısı en yüksek tsunami riski altındadır. Atlantik ve Akdeniz bölgeleri tsunami açısından sorunlu olmamakla birlikte, tsunamiler burada çok daha az yaygındır ve bu nedenle kayıtlar yetersiz olup, tsunamilerin dönüşüm periyotları genellikle bilinmemektedir. Bununla birlikte, M.Ö.1500’de Santorini (Yunanistan) yanardağının patlamasıyla tüm Doğu Akdeniz’de yayılan  tsunamiler meydana gelmiştir. Ayrıca 1775’te Lizbon (Portekiz) yakınlarında meydana gelen depreme bağlı olarak gelişen tsunamilerin bu kentte yaşayan 25,000 kişinin yaşamını yitirmesine neden olduğu tahmin edilmektedir (Shield, 2004) (Foto-33).

Foto 33 – Dev dalgalar (Yumi, 2005).

Tsunamilerin Etkileri Nelerdir?

Tsunamiler genellikle kıyılara yaklaştıklarında tehlikeli olurlar. Tsunamiler oluştuklarında okyanus dalgalarını kilometreler boyunca kıyılara doğru taşırlar ve geri çekilene değin insanları denize sürükleyebilirler. Tsunamiler; deprem, volkanik patlama veya heyelan gibi olayların etkisi sonucunda  büyük miktarda okyanus suyunun yerdeğiştirmesiyle meydana gelirler (Shield, 2004).

Tsunamiler Nasıl Tahmin Edilir ve Hangi Tür Cihazlar Kullanılır?

Tsunamilerin tahmini için iki yöntem kullanılır. İlk yöntem; bilgisayardan yararlanılarak farklı depremler için tsunami dalgalarının yüksekliğinin ne olabileceğinin tahmin edilmesidir. Bu bilgiler harita üzerine işlendiğinde, tsunami olduğunda kıyıdaki insanların oradan  uzaklaşabilmeleri için en uygun yolların hangileri olabileceği hakkında fikir elde edilir (Foto-34).

İkinci tahmin yöntemi, tsunami tehlikesi yaratan bir depremden hemen sonra o bölgedeki  tsunami uyarı merkezlerinden  yararlanılmasıdır. Bu istasyonlarda depremin büyüklüğü ve yeri, ayrıca  dalga ölçerler kullanılarak tsunami dalgalarının büyüklüğü belirlenmektedir. Önceki depremlerden kazanılan deneyimler, istasyonlarda çalışan uzmanlara kıyılar boyunca hangi bölgelerin en yüksek tsunami riskine sahip olabilecekleri hakkında fikir verir.  Bilgisayar kullanılarak tsunamilerin bu bölgelere ne kadar bir sürede ulaşabilecekleri de tahmin edilmektedir         (Shield, 2004).

Foto 34 – 1; Sakin deniz, 2; Tsunami öncesi, 3;Tsunami oluşum anı                   (National wether service, 2007).

VOLKANİK RİSK

Volkanik aktiviteler ülkemizin jeolojik gerçekliğinin bir sonucu olup yerleşim planlamasında risk faktörü olarak göz önünde bulundurulması gereklidir… Ancak bilimsel gerçeklik toplumsal panik nedeni haline getirilmemelidir. Asıl tehlike volkanın ve aktivitesinin yeterince iyi bilinmemesidir.

Arazi Kullanım Planlaması çalışmalarının amacı, doğal çevrenin güvenli, sağlıklı, çevreye ve kültürel değerlere duyarlı ve kamusal yarar çerçevesinde en iyi şekilde kullanılmasıdır. Bu amaca ulaşabilmek için yerleşimler üzerindeki doğal ve insan yapısı tehlike ve riski ortaya koymak, risk oluşturacak kentsel gelişimi ve yapılaşmayı engellemek, mevcut risklerin azaltılması gereklidir. Öncelikle tehlikeler belirlenir, ikinci aşamada ise riskler araştırılarak imar planlarının zarar azaltma önlemleriyle uyumlu olarak yeniden düzenlenmesi gerçekleştirilir.

Günümüzden 1,8 milyon yıl önce başlayarak bugüne kadar süregelen 4. Jeolojik zamanda (Kuvaterner), volkanik etkinlikler zaman zaman yoğunlaşmış, Hasandağı, Erciyes, Ağrı Dağı, Nemrut, Süphan ve Tendürek dağları gibi büyük volkan konileri meydana gelmiştir. Günümüze kadar değişik boyutlarda ulaşan bazı volkanik aktiviteler, aynı zamanda afet yönetimi açısından risk faktörü olarak kabul edilmektedir.

Günümüzde, Anadolu’da volkanizma sönmek üzeredir. Ancak, bazı yanardağlarda (Erciyes, Hasandağı, Büyük ve Küçük Ağrı dağları, Tendürek, Nemrut, Süphan dağları vb.) halen gaz ve buhar çıkışları gözlenmekte, Kuvaterner yaşlı bu genç yanardağlar günümüzde lav çıkarmamalarına karşın, çevrelerinde yer alan sıcak ve mineralize su kaynakları ile volkanik kökenli gaz ve su buharı çıkışları saptanıyor. Bu nedenleriyle birer aktif yanardağ olarak tanımlanabilirler (TMMOB JEOLOJİ MÜHENDİSLERİ ODASI, 2006).

VOLKAN NEDİR?

Volkanlar; magmanın, gazların ve diğer malzemelerin fışkırdığı yüzeydeki bacalardır. Bunlar özellikle tektonik plaka sınırlarında bulunmakla birlikte, sıcak manto yükselimlerinin yer kabuğunda kırıldığı sıcak fışkırma noktalarında da gözlenirler. Bazı volkanlar şiddetli bir şekilde püskürürken, bir bölümü ise daha yavaş bir şekilde patlarlar. Şiddetli şekilde patlayan voklanlar; zehirli gazlar, piroklastik akıntılar (sıcak kaya ve kül parçalarını içeren akıntılar), nuee ardantes-kızgın bulut (hızla hareket eden, aşırı derecede sıcak gaz bulutları ve ince taneli küller) ve çok büyük hacimde küller gibi   yaşamı ve çevreyi tehdit edici ürünler üretirler. Volkanların moloz akmaları, depremler, taşkınlar, heyelanlar ve yangınlar gibi diğer doğal tehlikeleri tetiklemesi de olağan ve yaygındır.

VOLKANİK PATLAMALAR NE ZAMAN OLUR?

 Kendisini çevreleyen katı durumdaki  kayalardan daha hafif olan ve magma adı verilen kayalar, gaz basıncının da etkisiyle, yüzeye doğru yükselirken yerkabuğundaki zayıf zonları kırabilirler. Bu durumda bir volkan patlaması meydana gelebilir ve magma ince ve hızlı şekilde akan türde ise, getirdiği gazlar kolayca kaçarak magma volkandan akar.  Eğer magma kalın ve vizkozitesi yüksekse, gazlar kolayca kaçamaz. Bu tür bir patlamada magma havada patlayarak tefra adı verilen parçacıklara ayrılır. Tefra, ince taneli külllerden ev boyutundaki bloklara kadar değişen parçalardan oluşabilir.

Pek çok volkan, patlamadan önce değişik şekilerde belirtiler gösterir. Herhangi bir volkan uyarı vermekesizin patlamasına rağmen, bazı olaylar bir sonraki patlamayla ilgili bazı göstergeler sunabilir.

VOLKANİK PATLAMALARIN ETKİLERİ NELERDİR?

Lav Akıntıları: Volkanizmanın en tipik göstergeleridir. Bazalt bileşimindeki lavlar 1m/gün’den 3 m/saniye’ye kadar değişen hızlarla akabilirler, ancak bunların insan yaşamını tehdit etme derecesi düşüktür. Lav akıntıları kaynağa yakın kesimlerde en yüksek hıza sahiptir ve kaynaktan olan uzaklık arttıkça, zeminle ve atmosferle olan temasları nedeniyle hızları azalır (Foto-35). Soğuma akıntının katılaşmasına neden olabilir ve akıntı katılaşan malzemenin oluşturduğu kanalın içinde akmaya devam edebilir (Foto-36).

Foto 35 – Lav akıntısı(Edward, 2004).
Foto 36 – Patlama (komor adaları) (Edward, 2005).

Domlaşma (kubbeleşme): Volkanlarda ciddi bir sorun olabilir. Volkan bacasında katılaşan malzeme yukarı doğru itilmeye maruz kalır ve volkanın kanatlarında sıcak veya soğuk kaya çığı şeklinde çöker veya ciddi zemin deformasyonlarına ve stabilite (duyraysızlık) sorunlarına yol açabilir (Foto-37).

Foto 37 – Domlaşma (İzmir Belediyesi, 1990).

Şiddetli Patlayan Volkanlar: Ciddi boyutta tefra püskürmesi tehlikesine neden olurlar (Foto-38). Önemli miktarda volkan blokları ve bombaları püskürme merkezinin çevresinde 5 km çapında bir alanın içine düşerler.(Şekil-9)

Foto 38 – Volkan patlaması (Asama dağı, Japonya) (Rabattin, Rocher,1783).
Şekil 9 – Volkan oluşum ve sonuçları.

Volkan Külleri: En fazla yayılan malzeme olup, tarım alanlarını kaplayabilir veya örtebilir, mahsulleri tahrip edebilir, şebekeleri ve makineleri tıkayabilir, mekanik aksamlarda ileri derecede yıpranmaya yol açabilir, hayvanların boğulmasına yüksek olmayan ve düz çatılarda aşırı yüklere neden olabilir (Foto-39).

Foto 39 – Volkanik kayaçlar (Atlas,2004).

Nues Ardentes-Kızgın Bulutlar: 6000C sıcaklıktaki kül, toz ve gaz karışımından oluşan bulutlardır. Bunlar, 10 km uzaklığındaki mesafelere 100 km/saat’lik hızlarla akabilirler.

Daha geniş ve yönlenmiş şekilde olan ve havada asılı konumdaki kaya tozları ile gazlardan oluşan akıntılar kül akıntısı veya piroklastik akıntı olarak adlandırılırlar. Bunlar, 200 km/saat’lik bir hızla 2.5 km’ye kadar olan uzaklıklara akabilirler
Volkanik patlamalardan kaynaklanan hava kirlenmesi ve bununla ilgili riskler kül yayılımıyla sınırlı kılınamaz (örneğin, volkan küllerinin M.Ö. 79’da Pompei’deki kumsalda yaşayanların ölümüne neden olduğu düşünülmektedir).
Büyük patlamalar ayrıca, 8-16 km yükseklikteki troposfer ile stratosfer arasındaki sınıra ulaşan volkanic tozlar nedeniyle atmosferik değişimlere de neden olurlar. Volkanik çamur, Japonca’da kullanılan bir sözcük olan lahar ile de ifade edilmekte olup, bunlar doğrudan patlamadan kaynaklanmışsa birincil, eğer başka nedenlerden dolayı ise ikincil lahar adı verilir (Foto-40). Laharlar volkanik patlama öncesinde, sırasında  veya sonrasında meydana gelebilirler ve sıcak veya soğuk malzemeden oluşabilirler(Foto-41,42). Volkanik patlamalar ilgili bölümde açıklanan tsunamilere de neden olabilirler (Şekil-10).

Foto 40 – Çamur akması (lahar) (OGDCAO, 2007).
Foto 41 – Akma (lahar) (Baran, 2004).
Şekil 10 – Dünyamızda volkanların dağılımları (Atlas dergisi, 2004).
Foto 42 – Volkan püskürmesi (Nevruzoğlu, 1970).

BİR VOLKANIN ETKİN OLUP OLMADIĞINI ANLAMAK

Şaşırtıcı olsa da, volkanbilimciler, etkin yanardağların sınıflandırılmasında fikir birliğine varmamışlardır. Bir yanardağın yaşam süresi, birkaç aydan birkaç milyon yıla kadar değişebilir. Bu tür bir sınıflandırma yapmak, insanların, hattâ bazen uygarlıkların bile varlık süreleri göz önüne alındığında anlamsız görünebilir. Örneğin, Dünya’daki yanardağların birçoğu, geçen birkaç binyılda birçok kez püskürmüşlerdir, ama günümüzde herhangi bir etkinlik göstermemektedirler. Bu tür yanardağların uzun ömürleri göz önüne alındığında çok etkin oldukları söylenebilir. Ancak, bizim ömürlerimiz düşünülürse, etkin değildirler. Bu tanımı daha da karmaşıklaştıran ise, harekete geçen ama püskürmeyen yanardağlardır. Bu yanardağlar etkin midir?

Bilim adamları genellikle, püsküren ya da yeni gaz çıkışları veya beklenmedik deprem etkinliği gibi hareketlilikler gösteren yanardağları etkin olarak kabul ederler. Birçok bilim adamı, yazılı tarihte püskürdüğü bilinen yanardağların da etkin olduğunu kabul ederler. Yazılı tarihin bölgeden bölgeye farklılıklar gösterdiğini, örneğin Akdeniz’de 3.000 yıl geriye, ABD’nin Pasifik kıyısında 300 yıl, Havai’de ise 200 yıl geriye kadar gittiğini göz önünde bulundurmak gerekir.

Uyuyan yanardağlar, şu an (yukarıdaki tanıma göre) etkin olmayan, ama her an hareketlenmesi ya da patlaması muhtemel yanardağlardır.

Sönmüş yanardağlar ise, bilim adamlarının bir daha püskürmelerini olası görmedikleri yanardağlardır. Bir yanardağın gerçekten sönmüş olup olmadığının belirlenmesi zordur. Örneğin, çanakların milyonlarca yıllık ömürleri olduğu bilindiğinden, 10 binlerce yıl püskürmemiş bir çanağın sönmüş değil uyuyan olarak tanımlanması gerekir. Yellowstone Ulusal parkında bulunan Yellowstone çanağı, en az 2 milyon yaşındadır ve 70 bin yıldan beri hiç püskürmemiştir, fakat bilim adamları tarafından sönmüş olarak tanımlanmaz. Doğrusu, çanak sık sık depremler yarattığı, etkin bir jeotermal sistemi bulunduğu ve yüzeyi hızlı değiştiği için, birçok bilim adamı tarafından çok etkin bir yanardağ olarak kabul edilir (Nevuzoğlu,1990).

KAPSAMLI DOĞAL AFET RİSK YÖNETİMİ

Türkiye’de son 70 yılda çeşitli tehlikeler tarafından hasar gören konut sayısı 600.000 dolayındadır. Bu toplamın %66’sı depremlerden; %15’i su baskınlarından, %10’u yer kaymalarından, %7’si kaya düşmelerinden ve %2’si meteorolojik olaylardan ve çığ düşmelerinden kaynaklıdır. Bu doğal afetlerden can ve mal kaybı açısından en önemli olanı depremlerdir. Türkiye, tektonik özellikleri nedeniyle topraklarının % 98’i deprem riski altında bulunan bir ülkedir. Ülkemizde meydana gelen depremler gelişmiş ülkelere oranla daha fazla yıkım ve can kaybına sebep olmaktadırlar. Depreme hazırlıklı olmanın devlete yüklediği görevler başlıca iki bölümde toplanır. Birincisi, “afet yönetimi” adı verilen, daha çok deprem anında ve depremin hemen ardından yapılacak acil kurtarma, tedavi, barınma, yiyecek temini, yer hareketini kayıt şebekesini kurma ve yangın söndürme gibi çok çeşitli acil yardım ve haberleşme operasyonları için gerekli eğitim, malzeme ve teçhizat açılarından hazırlıkları içerir. Depreme hazırlıklı olmanın devlete yüklediği ikinci önemli görev ise “risk yönetimi” adı verilen vedepremde can ve mal kaybını en aza indirmek için yapılması gereken çalışmalardan oluşan kısımdır. Bu çalışmada ülkemizde meydana gelen doğal afetlerden en önemlisi olan depremler için “Risk Yönetimi”nin uygulanması ile elde edilecek kazanımlar ortaya konulmaya çalışılacaktır ( Özkul ve Erkan, 2007).

Ülkemizde meydana gelen depremlerin gelişmiş ülkelere oranla daha fazla yıkım ve can kaybına sebep olduğu açıktır. Bu depremler sırasında ölçülen yer hareketi göstergeleri genelde pek fazla olmamakla birlikte yapılar yeterli kapasiteye sahip olmadıkları için yıkılmakta ve insanların can ve mal kaybına uğramalarına sebep olmaktadırlar. Ülkemizdeki günlük uygulamalarda karşılaşılan binaların çoğunun, etüt, planlama, tasarım, inşa ve bakım evrelerinde herhangi bir yasal veya mesleki denetime tabi olmadan inşa edildikleri gerçekleşen depremlerde oluşan zararlardan ortaya çıkmaktadır ( Özkul ve Erkan, 2007).

Afetler; belirli bir coğrafi bölgede nispeten aniden ortaya çıkan, kolektif stres yaratan, önemli ölçüde kayıp yaratan ve toplumun yaşantısını sekteye uğratan olaylardır ( Özkul ve Erkan, 2007).

DEPREM RİSKİ;

Depremler birer doğa olayı olup, tek başlarına afet olarak değil “tehlike” olarak kabul edilmelidir. Yerleşim birimi olmayan bir bölgede meydana gelecek deprem herhangi bir can ve mal kaybına yol açmayacağı için afet olarak kabul edilmez. Afet riski olabilmesi için tehlike unsurunun ve zarar görebilme özelliğinin bulunması gerekir (Şekil-11,12) (Özkul ve Erkan, 2007).

Şekil 11 – Afet Riski Oluşma Süreci (Özkul ve Erkan, 2007).
Şekil 12 – Tehlike, Zarar Görebilirlik Risk ve Afet Arasındaki İlişki                    (Özkul ve Erkan, 2007).

Risk, deprem yönetimi bağlamında, bir tehlikenin meydana gelmesi sonucunda oluşabilecek kayıplar olarak tanımlanabilir. Kentsel alanlarda nüfus, yapılar, kamusal hizmetler, sistemler ve sosyo-ekonomik etkiler “Risk Altındaki Elemanlar”ı oluşturur. Doğal afetlerde risk değerlendirmesinin resmi tanımı Birleşmiş Milletler Afet Yardım Koordinatörlüğü (UNDRO- Office of United Nations Disaster Relief Co-ordinator) tarafından 1979 yılında düzenlenen toplantısında bilim adamlarınca yapılmıştır. Buna göre; Herhangi bir coğrafi alanda belirli bir zaman diliminde belirli bir tehlike kaynaklı olarak, tehlikenin ortalama tekrar dönemi veri olarak alındığında, beklenen kayıp düzeyleri risk’i oluşturmaktadır [3]. Örneğin, herhangi bir bölgede herhangi bir zaman dilimi içinde deprem kaynaklı olarak beklenen can kayıplarını hesaplamak için;

1- O bölge için deprem şiddeti tekrar dönemi;

2- O bölgede bina türlerinin dağılımı;

3- Her bina türünün hasar görebilirlik işlevi;

4- Her bina türü için her hasar derecesinde beklenen can kayıplarının birleştirilmesi gerekir.

Risk, tehlike, hasar görebilirlik ve risk altındaki elemanların bir karışımı olarak saptanır. Bu bileşkelerden herhangi birindeki değişiklik, riski doğrudan etkiler. Risk Yönetimi; riskin tanımlanması, risk analizi ve risk miktarının belirlenmesinden oluşan sistematik bir süreç olarak tanımlanmaktadır . Deprem riski, depremin bir bölgeden ziyade bir başka bölgede olma ya da belli bir zaman aralığında belli bir bölgede ortaya çıkma olasılığının tahmini olarak tanımlanmaktadır (Özkul ve Erkan, 2007).

RİSK YÖNETİMİ

Bir olayın meydana getirebileceği olumsuz sonuçların tümünü risk kavramını oluşturmaktadır. Risk kavramından bahsedebilmek için belirli bir yerde belirli bir büyüklükte bir tehlike veya olayın olması, mevcut değerlerin bundan zarar görmesi, etkilenme veya zarar görebilme oranlarının tahmin edilebilir olması gerekir. Risk yönetimi ise, olası afet durumlarının belirlenmesi; oluşma olasılıklarının değerlendirilmesi; risk altındaki topluluk üzerindeki etkilerinin ne olabileceğinin saptanması; risk azaltıcı ölçütlerin belirlenmesi; tehdidi azaltıcı politikaların uygulamaya konulması gibi hususları içermektedir. Risk yönetimi; belirlenen tehlike ve risklerin, bir afet halini almadan atlatılması amacına yönelik önlem ve çalışmaların bir plan kapsamında yerine getirilmesidir. Risk Yönetimi çalışmasında; tehlike ve riskler belirlenmekte, risk senaryoları hazırlanmakta, korunma ve zarar azaltma önlemleri seçilmekte, sonuçlar güncel haritalar ve grafiklere ortaya konmakta, kullanılabilecek kaynak ve imkânlar belirlenmekte, afetten korunma ve afet müdahalesi için en uygun seçenek ve öncelikler hakkında kararlar alınıp uygulamaya geçilmektedir (Şekil-13). Deprem öncesinde ve sonrasında atılması gereken adımları Şekil 4’teki gibi özetleyebiliriz. Burada deprem öncesinde yapılması gereken çalışmalar risk yönetimi, deprem sonrasında yapılan çalışmalar afet yönetimi olarak adlandırılmaktadır (Özkul ve Erkan, 2007).

Şekil 13 – Afet öncesi ve sonrası (Özkul ve Erkan, 2007).

Depremin sebep olabileceği etkiler üç ana başlık altında toplanmaktadır; Ekonomik zararlar, Fiziksel zararlar, Sosyal zararlar. Ekonomik zararlar, ekonomik yaşam biçimi ve ilişkilerin nasıl düzenlendiği, yürütüldüğü, üretim ve geçim sağlamayla ilgili imkân ve kapasitelerin olası deprem felaketinden etkilenmelerini kapsamaktır. Fiziksel zararlar; insan eliyle oluşturulmuş yapılar, altyapılar, çevre, tarım, sanayi, üretim vb. gibi unsurlar ile toplumların fiziksel kapasiteleriyle ilgili olası afet etkilerini içermektedir. Sosyal zararlar; toplum nüfusu, nüfus yoğunluğu, yaş ve cinsiyet oranları, eğitim ve kültür düzeyleri gibi olası deprem etkilerini içermektedir. Deprem öncesinde depreme hazırlık için gerçekleştirilecek risk yönetimi çalışmaları bu üç etkiyi azaltmaya yönelik olacaktır (Özkul ve Erkan, 2007).

1.1.DEPREMLER İÇİN RİSK YÖNETİMİ

Depreme hazırlıklı olmanın devlete yüklediği görevler başlıca iki bölümde toplanır. Birincisi, “afet yönetimi” adı verilen, daha çok deprem anında ve depremin hemen ardından yapılacak acil kurtarma, tedavi, barınma, yiyecek temini, yer hareketini kayıt şebekesini kurma ve yangın söndürme gibi çok çeşitli acil yardım ve haberleşme operasyonları için gerekli eğitim, malzeme ve teçhizat açılarından hazırlıkları içerir. Özellikle 17 Ağustos 1999 depreminden sonra valilikler, yerel yönetimler, kamu kuruluşları ve çeşitli sivil toplum örgütleri “afet yönetimi” konusunda bilinçlenmişlerdir ve geçmişe oranla daha başarılı çalışmalar yapmaktadırlar. Depreme hazırlıklı olmanın devlete yüklediği ikinci önemli görev ise “risk yönetimi” adı verilen ve depremde can ve mal kaybını en aza indirmek için yapılması gereken çalışmalardan oluşmaktadır. Eğer “risk yönetimi” konusunda tam bir başarı elde edilebilirse ve en azından depremden sonra binaların depremi minimum hasar ile atlatması sağlanır ve tamamen göçmesi engellenebilirse “afet yönetimi” çalışmalarının büyük bir kısmına ihtiyaç kalmayacaktır. “Risk Yönetimi” başlıca üç kategoride toplanabilir:

a) Eğitim Hazırlıkları

b) Mevcut Yapıların Güçlendirilmesi

c) Yeni yapıların güvenli bir şekilde inşa edilmesi

Dört yıllık lisans eğitimi ile inşaat mühendisi ve mimar yetiştiren yaklaşık 37 üniversitenin büyük bir çoğunluğunda “Depreme Dayanaklı Yapı Tasarımı” dersi zorunlu olarak okutulmamaktadır. Bazı üniversitelerimizde bu konudaki dersler sadece seçmelidir. Dolayısı ile mimar ve mühendislerimiz “depreme dayanıklı yapı tasarımı” konusunda yeterli bilgi ve beceri sahibi olmadan mezun olmaktadırlar. Bu eksikliklerin, meslek içi kurslarla telafi edebilmek için yoğun çaba sarf edilmelidir. Aynı zamanda “depreme dayanıklı yapı tasarımı” dersinin içeriği ülkemizdeki tüm inşaat mühendisliği ve mimarlık bölümlerinden bilim adamlarının ortak görüşleri doğrultusunda belirlenmeli, bundan önceki depremlerde oluşan hasarların sebepleri irdelenmeli, yanlışlar ve hatalar öğrencilere aktarılmalıdır ( Özkul ve Erkan, 2007).

Ülkemizdeki yapı stokunun içerisinde depreme dayanıklı olan binalar ile olmayanların ayrımı maalesef yine depremler sayesinde ortaya çıkmaktadır. Özellikle son 15 yıl içerisindeki depremlerde çok büyük yaralar almış bir ulus olarak meydana gelecek yeni bir depremi beklemeden göçme riski taşıyan binaları tespit etmemiz gerekmektedir. Tüm yapıların, köprü ve viyadüklerin istisnasız hepsinin güçlendirilmesi mümkün değildir ancak ileri ülkelerde “Göçme riski taşıyan binaları bulup çıkartma” şeklinde uygulanan yöntem akılcı ve etkin bir yöntemdir. Depremlerde, can kaybı ve yaralanmalar daima ya tamamen ya da kısmen göçen binalarda gerçekleşmektedir. Bu sebeple “göçme riskli” binaların tespit edilip güçlendirilmesi sağlanmalı ve önümüzdeki günlerde oluşabilecek muhtemel depremlerde can kayıpları en aza, hatta sıfıra indirilmelidir ( Özkul ve Erkan, 2007).

  1.  Yeni Yapıların Güvenli Bir Şekilde İnşa Edilmesi

Özellikle 1999 Marmara depreminden sonra depreme dayanıklı yapı teşkil edilmesi konusunda oldukça ilerleme kaydedilmiştir. Halkımızın deprem konusunda daha çok bilinçlenmesi ile artık konut edinmek isteyenler dairenin kapısı, fayansı, boyası gibi ince işler yarine, yapının deprem güvenli olmasına dikkat etmektedirler. Özellikle hazır beton kullanımının zorunlu hale getirilmesi ile beton kalitesinde iyileşme olduğu söylenebilir. Depreme dayanıklı yapı tasarımında dikkat edilmesi gereken üç önemli nokta vardır, tasarım uygulama ve denetim. Tasarım aşamasında yapıyı teşkil edecek mimar ve mühendisin uyumlu şekilde hareket etmesi çok önemlidir. Genellikle mühendislerimizin yaptığı hatalar mimari kaygılar sebebiyle taşıyıcı sistemi olması gerektiği gibi tasarlayamamalarından kaynaklanmaktadır. Mühendislerimizin tasarım aşamasında dikkat etmeleri gereken noktaları kabaca şu şekilde sıralayabiliriz; ( Özkul ve Erkan, 2007)

• Güçlü Kolon-Zayıf Kiriş seçilmesi

• Depremden sonra yapının hizmete sokulabilmesi için yatay rijitiliğin büyük olması. (Deplasman kontrolü).

• Çerçeve sistemler yerine, perde yada, çerçeve-perde sistem teşkili.

• Taşıyıcı elemanların ve yük dağılımının yapıda burulma oluşturmayacak şekilde tasarlanması.

• Kolon-Kiriş birleşimlerinde çerçeve oluşturulması (Süreklilik Kavramı).

• Gereksiz ağır kütlelerden kaçınılması.

• Ağır cephe askılarının/panellerinin kullanılmaması.

• Kısa kolon oluşumuna sebebiyet verilmemesi.

• Tehlike katı oluşumunun engellenmesi.

• Bitişik nizam yapı teşkil edilmemesi, iki yapı arasında güvenli mesafe bırakılması.

• Kolonların konsollara oturmasının engellenmesi.

• Uç bölgelerde etriye sıklaştırması yapılması.

• Yapıda yatay ve düşey düzensizliklerin mümkün olduğu kadar bulunmaması.

• Zemin etüdünün doğru şekilde yapılması.

• Temel veya üst katlarda titreşim izolasyonu ve söndürücüler kullanılması.

Deprem güvenli olarak tasarlanmış bir yapının uygulama aşamasında projede öngörülen değerleri tümüyle sağlaması gerekmektedir. Bu konuda yapıyı tasarlayan mühendise düşen görev yapının inşası sırasında her aşamada kontrol ederek projenin doğru şekilde teşkil edilmesini sağlamaktır. Depreme dayanıklı yapı tasarımının son unsuru ise denetimdir. Yapıyı doğru şekilde tasarlayıp inşasının doğru şekilde uygulanmasını sağlayan mühendisin denetlenmesi, projenin doğru şekilde teşkil edildiğinin saptanması gerekmektedir. Bu amaçla kurulan yapı denetim firmalarının da devlet ve inşaat mühendisleri odası tarafından sıkı şekilde denetlenmesi yeni yapılacak yapıların deprem güvenli olarak inşa edilmesini sağlayacaktır ( Özkul ve Erkan, 2007).

SONUÇLAR

Topraklarının %98’i Deprem riski altında bulunan ülkemizde ne yazık ki, depremler açısından bir devlet politikası oluşturulamamış, depreme yönelik geniş kapsamlı bir eğitim, gerek üniversitelerde gerekse sektörde çalışan teknik personel için yürütülememiştir. Yeniden düzenlenen deprem yönetmeliğinin hizmet içi eğitimler vasıtasıyla sektördeki mühendislere yeterince aktarılamamış olduğu düşünülmektedir. Yapısal kurallara uymayan tasarım ve uygulamalarla oluşan mevcut yapı stokumuz incelenip herhangi bir depremde tümüyle yıkılacağı düşünülen binaların güçlendirilmesi yada yıkılıp yeniden yapılması için herhangi bir çalışma yapılmamıştır.  Maalesef ülkemizde depreme dayanıklı yapılar ile depreme dayanıklı olmayan yapıların ayrımını yine depremlerin kendisi belirlemektedir. Bu sebeple acilen mevcut yapı stokunun tümü değerlendirilmeli ve olası depremde hasar görecek binalar boşaltılarak güçlendirilmeli ya da yıkılıp yeniden yapılmalıdır. Eğer “risk yönetimi” konusunda tam bir başarı elde edilebilirse ve en azından depremden sonra binaların depremi minimum hasar ile atlatması sağlanır ve tamamen göçmesi engellenebilirse “afet yönetimi” çalışmalarının büyük bir kısmına ihtiyaç kalmayacaktır. Doğal nedenlerden ötürü depremlerden kaçmanın olanaksızlığı düşünüldüğünde, sorunun hazırlık ve önceden planlama konusunda yoğunlaştığı görülmektedir. Depremleri olabildiğince az hasarlı atlatmak ve deprem sonrası yapılması gereken çalışmaların başarılı olması da yine deprem öncesi yapılacak çalışmaların başarısına bağlıdır. Unutulmamalıdır ki insan hayatının bedeli hiçbir şekilde ödenemez, o yüzden bundan sonraki depremlerde can kaybı yaşanmasını önlemek için devletin üzerine düşen görevleri eksiksiz olarak yapması gerekliliği açıktır. Risk yönetimi devletin depremler konusunda uygulaması gereken politikanın en önemli noktasını oluşturmaktadır ( Özkul ve Erkan, 2007).

KAYNAKLAR

ABD TAKVİM GAZETESİ., 2005. Kaya düşmesi.

AFET ARŞİVİ., 2008.

ANATOLIAN, 1999. Adapazarı’nda sıvılaşma nedeniyle geriye yatmış bir bina.

ATEŞ., 2002. Sel akıntılarının Gücü.

ATLAS DERGİSİ., 2004. Dünyamızda Volkanların dağılımları.

BARAN., 2006. Sel akıntılarının gücü.

BİLİM VE TEKNİK., 1997.Çığ felaketi.

ÇELİK, 2004. Akma Türleri.

ÇEVRE VE ORMAN BAKANLIĞI., 1999. Çölleşme.

DAD, 2001. Depremde yıkılan yapı sayı verileri

DEUTSHCE WELLE., 2007. Amazon ormanlarının çölleşmesi.

DMİ., 1998. Hidrolojik kuraklık.

DÖNEKLİ., 2004. Kütle hareketleri şekilleri ve Çamur akması.

EDİRNE BELEDİYESİ., 2006. Nehir taşkını.

EDWARD., 2004. Lav akıntısı.

ERDOĞAN., 2007. Barajların kuruması.

ERTUĞRUL., 2004. Kayma Açısı Ve Düzlemleri

GÜMÜŞHANE BELEDİYESİ., 2005. Kaya düşmesi

İNTERNETHABER.COM,. 2007. Barajların dolması

İZMİR BELEDİYESİ., 1990. Domlaşma.

JMO., 2005. Toprak kayması.

KILIÇ., 2004. Devrilme Türleri.

LEARN-HAZARDS, 2008. Doğal afetler kaynakları.

MERİN BELEDİYESİ., 2007. Göçme oluşumu.

MURAT., 2007. Akma

NATİONAL WETHER SERVİCE., 2007. Tsunami oluşum

NEVRUZOĞLU , 1970. Volkan püskürmesi.

NTVMSNBS., 2007. Tabakaların istiflenmesi ve kuraklık, (Konya)

OGDCAO., 2007. Çamur akması (lahar)

OZTAŞKIN., 2005. Heyelan

ÖZKUL,B., ERKAN, A., 2007. Risk Yönetimi.

RABATTİN VE ROCHER., 1783. Volkan patlaması (Asama dağı,Japonya).

SHIELD, 2007. Ne zaman, Ne kadar deprem olabilir?

SIZINTI., 2007. Heyelan risk haritaları.

SİVİL SAVUNMA, DOĞALAFETLER VE ARAMA KURTARMA., 2008. Sel potansiyeli.

STERN RAPORU., 2006. Kuraklık ve susuz kalan canlılar.

ŞENOL., 2007. Fabrikalardan çıkan zehirli gazlar küresel ısınmaya etkileri.

TMMOB JEOLOJİ MÜHENDİSLERİ ODASI., 2006. Volkanik dağlar Uzay

FOTOĞRAFI HABER AJANSLARI., 2008. Mars da çığ düşmesi.

TRT., 2008. Aşırı doygun zeminin kayması.

VARNES., 1978. Kütle hareketleri sınıflandırması.

WİKİPEDİA., 2007. Göçmeler ve Toprak kaymaları.

WİLHİTE VE GLANTZ ., 1987. Belirgin kuraklık tipleri.

WWW.BİLİM.BİZ., 2006. Heyelan sonucunda yamaçlarda oluşan basamaklar.

WWW.DİYADİN.NET, 2007. Büyük heyelanların topografyada bıraktıkları izler.

WWW.METEOR. GOV.TR., 1998. Çığ oluşan bölgeler.

WWW.MUSTAFAERYİGİT.COM, 2007. Sel riski

YILMAZ., 2007. Kutuplardaki buzulların toplu eriyişleri.

YUMİ., 2007. Şehrin dalgalara teslimi.

ZİN., 2002. Çığ.

Bir Cevap Yazın